gusto-dergisi-sayi-127Sahicilik en büyük değer

Gusto Dergisi – Sayı 127 – Nisan 2012 – Mehmet Yalçın

Düne kadar Türkiye’ye Bengladeş muamelesi yapan kibirli Batı, şimdilerde övgüler düzmek için yarışta… Yerel değerlerimiz parlatılıyor. Ama en büyük değerimiz yüzeydeki eserlerimiz değil, onların derininde yatan sahiciliğimiz bence.

İşin artık çığırından çıktığını, kanaldan kanala gezinirken televizyonda karşıma çıkan o görüntüden anlamalıydım. Yarı uyur-yarı uyanık vaziyette birden yerimden doğruldum. Hep Filipinler’de yılan ya da Bahamalar’da çekirge yemesine alışık olduğumuz ünlü aşçı Anthony Bourdain Taksim’deki Kızılkayalar Büfe’de ıslak hamburger yiyor, üstüne de yorumlar yapıyordu! Birkaç dakika sonra da Nişantaşı’nın gözde kebapçısı Tatbak’ta lahmacununun içini sumaklı soğanla doldurarak afiyetle yiyecekti. Memlekette kendimize saklayacağımız pek bir şey kalmayacaktı bu gidişle… Fatih’teki salaş büryancılar New York Times’da, Burgazada’daki ufak bir meyhane geçen ay da yazdığım gibi GQ’da, bozacılar ise Washington Post’taydı. Mahallemizdeki simitçi Rüstem bu gidişle NBC’nin canlı yayınında demeç verirse şaşırmamalıydık.

Türkiye dünyada gittikçe daha yıldızlaşırken ve düne kadar ona bir Bangladeş muamelesi yapan kibirli batılıların hayranlığını kazanırken, yerel değerlerimiz de parlatıldıkça parlatılıyor. Baksanıza, İngiltere’nin en popüler şarap yazan Jancis Robinson bile Bozcaada’nın orta kırat şaraplarına “Maremma şarabı gibi!” diye övgüler düzmüyor mu?

Büyük film yönetmeni Luis Bunuel, Son Nefesim adlı kitabında Amerikan edebiyatıyla ilgili abartılı bir övgüye niye sinirlendiğini anlatıyordu: “Bir ülkenin tankları, topları, bankaları ne kadar güçlüyse, edebiyatı da o kadar güçlü görünür… Bunun o ülke edebiyatının değeriyle bir ilgisi yoktur…”

Stratejik önemi artan, ekonomisi sürekli büyüyen, millî geliri de yükselen canlı ve diri Türkiye, dışarıdan her şeyiyle parlıyor.

Geçtiğimiz aylarda çıkan Amerikalı yazar Katharine Branning’in Bir Çay Daha Lütfen kitabındaki gibi, Türkiye’nin sadece damak tadına ya da folkloruna değil, derinde yatan kültürüne de övgüler okuyoruz artık.

Ben de en büyük değerimizin buzdağının görünen yüzündeki yemekler, objeler, mimarî eserler değil, derinde yatan bu kültür olduğu kanaatindeyim. Ve en büyük değerimizin de “sahicilik” olduğunu düşünüyorum. Cep telefonuma geçenlerde gelen bir mesaj, bu düşüncemi iyice perçinliyor: “Misina’da Kars ve Ardahan yöresine ait çok özel kaz yemekleri günleri başlamıştır. Ay sonuna kadar da devam edecektir. Lütfen rezervasyon yaptırmayı unutmayın…”

Adı “Misina” olan, “beyaz Türkler”in en yoğun oturduğu bölgelerden Fenerbahçe-Dalyan’da bulunan bir balık lokantası, Karslı sahibinin tutkusundan dolayı kaz yemekleri günleri düzenliyor… “Her hafta levrek yediğimiz restoranın sahibi Allah’ın Karslı’sıymış! İstanbul kimlere kaldı… Nerede o Yorgo’nun meyhanesinde yediğimiz midye dolmaları…” diyebilecekler dikkate bile alınmadan, riske girilerek gösterilmiş bir medenî cesaret örneği… Geldiği yeri gizlemeyip tam tersi onunla gurur duyma, ondan bir güzelliği naifçe başkalarına sunma gayreti… Ve kendiyle, kimliğiyle barışık olmanın getirdiği bir özgüvenin rahatlığı…

Misina’nın sahipleri Karslı Suat Yılmaz ile Tokatlı Esat Çek bir “marka gurusu”na danışsalardı, “Sakın ha!..” cevabını alırlardı muhtemelen. “Denizi olmayan yerin adamı balık lokantası işletmez, işletse de kendini böyle ortaya atmaz.”

Garsonluktan gelme iki Anadolulu işletmeci, yaptıklarıyla elimizdeki en önemli değeri hatırlatıyorlar bence. Kendimiz olmak… Ya da bir başka deyimle, sahicilik…