Güle güle büyük öncü…
Gusto Dergisi – Sayı 30 – Ekim 2003 – Mehmet Yalçın
Tuğrul Şavkay’ı çok özleyeceğim. Bu çorak topraklarda çok az açan yaban çiçeklerinden biri olduğunu, onun gibilerinin kolay kolay gelmeyeceğini bilmek, içimi daha da yakıyor.
Rüzgârın insanın tenini adeta yaladığı, limonata gibi bir sonbahar akşamı… Tuğrul Bey ve eşi Esen Hanım’la Milano’dayız. Öğlen tek başıma oturduğum Piazza d’Uomo’nun sokağa masa atmış bir kafesinde Şavkay’ları yürürken görünce “Sinyor Şavkay!” diye bağırmışım, Tuğrul Bey çocuksu bir sevinçle hemen masama yönelmiş. Adaçaylı ravyoli eşliğinde sohbete doyamamışız, akşam yine birlikte olmuşuz. Ve Barolo şaraplı lokanta faslından sonra sohbete hâlâ doyamadığımız için bu kez bir bardayız. Saat geceyarısını çoktan geçmiş, barda yıllardır kimsenin el sürmediği iyot kokulu ada viskisinin şişesini yarılamışız. Her yere “memleket”i yanında götüren, her yerde memleket konuşanlardan olduğumuz için, yine memlekete dalmışız.
Nereden esmişse esmiş, Metin Üstündağ’ın Fazıl Hüsnü Dağlarca için yazdığı iki dizeciği okuyorum Tuğrul Bey’e:
“Ne zaman Kadıköy’e yolum düşse ceketimi ilikliyorum / Fazıl Hüsnü’yle belki karşılaşırım diye”
Dev adamın gözlerinden yaşlar süzülüyor. İki kelime için dünyayı yakabilecek insanlardan o. Ve yine iki kelimecikle dünyanın en mutlu insanı olabileceklerden. Şaşırmıyorum.
Geçen hafta aniden, apansız yitirdiğimiz gastronominin büyük ustası, büyük ütopist, büyük kültür adamı Tuğrul Şavkay’ı nasıl anlatmalıyım? Hayatımda ne kadar derin bir izi olduğunu kaybedince daha çok farkettiğim sevgili ağabeyim, dostum için ne demeliyim?
Yemeden, içmeden, rafine zevklerden ondan da çok anlayan nice insanı dünyanın bir sürü yerinde gördüm, tanıdım. Doğrusu büyük bölümü, Tuğrul Bey’in yanında çok yavandı. Puronun yılda elli tanecik sarılan en iyisinin, filan şatonun şarabının en iyi rekoltesinin tadını bilen, ama iki satır edebiyat konuşulamayan güdük hedonistlerden hiç hazzetmedim. Tuğrul Bey ise batılıların deyimiyle adeta bir “rönesans insanı”ydı. Felsefeye, edebiyata, müziğe, mimariye, mistisizme, politikaya ve bunun gibi daha birçok insanlık birikimine tutkusuyla çok etkileyiciydi. Büyüsü, etrafına yüzlerce insanı toplayan “şeytan tüyü”, sadece onu anlayanların farkedebildiği başının üzerindeki hâlesi; hınzır mizah duygusundan ve çocuksu samimiyetinden olduğu kadar, biraz da bunlardandı.
Onu çok özleyeceğim. Bu çorak topraklarda çok az açan yaban çiçeklerinden biri olduğunu, onun gibilerinin kolay kolay gelmeyeceğini bilmek, içimi daha da yakıyor.
Yine rüzgârın insanın tenini adeta yaladığı, limonata gibi bir sonbahar akşamı… Bu satırların başındayım, onu düşünüyorum. Ortaokulu, liseyi Beyoğlu’nda okumuştu. Yıllarca Beyoğlu’nda çalıştı, bürosu adeta dergâhımız oldu. Tutkuyla bağlı olduğu derneği, Beyoğlu’ndaydı. Hep Beyoğlu’nu arşınladı kısacası.
Bundan böyle ben de Beyoğlu’na her çıktığımda, ceketim ilikli dolaşacağım. Buralarda bir Tuğrul Şavkay yaşadı, diye.
Siz de fikrinizi belirtin